yavaş yavaş oluyor bazı şeyler... bu blog gibi... gözünüze her an bir çirkinlik bir eksiklik bir yanlışlık çarpabilir... zaman alacak ama güzel olacak buralar...
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2012

Semud


SEMUD
Şahmerdanlar gömmektedir şimdi
Aşkımızın göğsüne
Yadırgı hüzünleri
Kaypak bir çamur olan mayamız
Kinle bereketlenmektedir.

Uyuyan bebekleriyle
Üşüyen köpeklerini bir yana bırakıp
Bir sabah vakti dudaklarımda
Direnmiş yüreklerin isyanını taşıyan keskin bir ıslık
Ellerim ceplerimde
Bu şehri yerle bir edersem
Bana deli
Bana çılgın diyecekler biliyorum
Gönlümü
Âsi bir tohuma gizleyerek toprağa gömüyorum

Bu şehr ki amansız
Göğünü bile çekti üzerimden
Dört nala koşan ayaklarına şiirimin
Bukağılar vurdu
Yürütünce fillerini zarif ve soylu
Arab atlarının üzerine
Ebabil kuşları uçuruyor bir adam
Gözünün bebeğinde

Bilinmez mi elimiz değdiğinde buz gibi pınarların
Köze kestiği
Yürüdüğümüzde dağların yok olduğu
Öfkeyle baktığımız solgun
Nice görkemli taş tapınakların
Yerle bir ettiği
Bilinmez mi?

Ahdimi kavruk ağaçlara
Kanadı kırık kuşlara
Yivleri aşınmış bir tabancaya
Bir de yetim çocuklara
Utancından küçülüvermiş haritalara
Yani
Onurlu yorumlayıcılara
Bırakıyorum.

Ben ki saçına çokça aklar berkitilmiş bir Semud’um
Ağlamak için başına uygun duvarlar arayan
Unutulmuş çiçekleri tozlu raflar arasından
El değmemiş kitaplardan
Yüreği üzre koyup örselemeden çıkaran
Her kelimeyi
Gereği üzre akıp giden hayata uygulayan
Karanlık kuytulara sarkıtılmış bir Semud’um

Şimdi
Ölümden arda kalmış acılar yazılıyor
Bizim alnımıza
Tasdikli mühürlü kağıtlarımıza
Güneş döner
Ay peşimizde vay gülüm
Bu çılgın adamlar sığmaz dünyaya

Ve korku içimizde
Uzanıp yatmış köpek
Anten olmuş her sese
Kulak kabartmış köpek.

Biliyorum
Biliyorum bir oda gibi coğrafya atlasına
Sınırları kanla değil kalemle çizilmiş bir ülkeyi
Bankalar, bankerler, tröstler, tecim evleri
Kravatlı, rüzgarsız saçları, boyalı potinleri
Yüzleri kara bir gecede ışıldayan faiz hadleri
Cepleri teberru çekleri, piyango biletleri
Evleri tıka basa ölü çocuk kemikleri
Yanmış genç bedenleri
Acıyla yok edilmiş adam iskeletleri

Biliyorum
Basarak kan deryasına yürüyor onlar
Ve ayaklarının altı lekesizdir, biliyorum

Ben kendimi sokaklara karşı denemedim
Çekilirken üstümden boz bulanık sel suları
Önce hüznü belledim
Su verilmiş çeliklerden
Sabrı bilendim
Bir çok harfi sağır olan alfabeden
Karanlığın buzul topraklarında
Bir kar çiçeği gibi
Göğermeyi öğrendim

Ben kendimi sokaklara karşı denemedim.

Onlar hep benziyor birbirilerine
Kendini dinleyen bir böcek gibi duyargalarını
İçlerine çevirdiklerinde
Zalimdir, gururludur, yeryüzü titrer yürüdüklerinde
Bilirler her şeyi, bakışları keskindir de
Bir ağır makineli saniyede kaç mermi atar
Bir çırpıda söylerler de
Yeni açmış bir çiçeğe eğilen adam
Zindana atıldığında da Fatiha okur
Bu bir
Sakalı zorla kesilmiş birisi
Sarıklı, cübbeli, sakallı bir gizli kimlik taşır
Ve bir kaya kütlesi oluncaya kadar
Dağlara bakmamaya yemin etmiştir
Bu iki
Sonbahara direnmiş
Kışı göğüslemiş ağaçlar
İllâ da patlayacaktır domurlarını ilkbahara
Ve yaz hasat mevsimidir
Bu üç

Bilinmektedir
Ve onlar
Hep birbirine benzemektedir.

Biliyorum ana, biliyorum
Bedenimde bu zulüm
Kara geceyi bir örtü gibi düşlerimize saran
Berrak sulara bir damla kan olup yayılan
Günlere eriyorum
Sabır sayfaları okunup üflenmiş yüreğime
Ben ki korkulara efsunluyum

Akrep topraklara beleyip
Av’cuma yılan kavisler sürerdin de
Saçıma ki ana deli çırpınmalar eklerdin

Daneleyin ekilmezsem vay beni
Gök tırpanla biçilmezsem vay beni
Senin’çün dâre
çekilmezsem vay beni
Ey bu harfi yüreğime ilikleyen
Ayetini buğdayıma çizen yar
Savruk yapraklar ağlıyor güzün kararttığı suyumuzda
Sarı ve savruk
Yanık yanaklarımızı sürüyoruz toprağın
Serin
Ve diri yüzüne

Ben şiirini söylemedim daha
Dıştan durgun ve sessiz
İçten içe lavlarını kaynatan bir yanardağın
Yuvası dağıtılmış kartalların
Ve gözlerine
Sonsuz Güzünlerin mili çekilmiş çocukların
Şiirini söylemedim daha

Vurulduğu gece
Toprağa düştüğü yere
Taşlardan bir kin anıtı olarak
‘düşek’ler yapılmamış
Kanlısı kargışlanmamış
Ve ölümün ter ü taze gözlerinin
Çok renkli bir nakış olarak
İşlendiği gömleğine
İncecik kadın yüreklerle
Evlâd, iyâl
Ana, bacıseslerle
İlençlerle ağlanmamış
Kimsiz, kimsesiz bir ölü gibi yatırılmış
Unutulan yüreğin hey
Şiirini söylemedim daha.

Uzun
Nefeslerle düşünmekten sakınan bir güneş
Minicik serçelerin yumulmaz gözlerine gizlenerek
Bir çırpıda çakılıyor arza
Ben o zaman
Elimi kaldırıp
El yordamıyla
Gözü bağlı
Tetiğe dokunuyorum
Yaşamanın sivri yanları çakılıyor göğsüme
İnsanlar kayıp gidiyor tırnaklarımın arasından
Göğsümde kargılarını unutuyorlar.
Ben yine
Onikiden vuruyorum

Atlayıp üstüne şavkı vuran sözcüklerin
Gümüş sağrılı küheylanı

Yormadan
Dörtnal
Koşturuyorum
Ben
Akkor demirlerle ağlamak köprülerini sağlayan cerrah
Kanayan bir yaraya çifte nağralar çiçeklendiren
Yitik çocukların rahmısıla közlerine bastığı
Bu umut merhametini karartan göğe
Düşen yaprağa
Hasretinden çatlamış toprağa sürüyorum.

Anlamazsa
Pençesini dağa vurmuş vay gülüm
Kartallar bizi anlamazdı
Dokunan mı var akıp giden buluta?
Ağustos ortasını hercai
Yağan
Yağmur bizi anlamazdı

Bu Fırat ne Fırat’tır
Uyuyan bir adamda
Gün yanığı surattır
/uzaktan
Kıldan ince, kılıçtan keskincedir
Sırattır
/yakından
Dağı deler, taşı ezer, ak köpüklü ordulardır
Fırat bizi anlamazdı
Anlamazsa
Gözünü yol eylemiş vay gülüm
Gül gibi yârimiz
Çocuklar bizi anlamazdı.

Yârim
Kısa konuşmak
Gövdesi zindanlara sığdırılmış
Bileğinde
Zayıf bırakılmış insanlar kıyama durmuş
Kafasında düşünceler kardaşlanan
Dar zamanlı adam işi

Yargımız okunmuş bizim
Bigünah
Yüzümüze karşı
Bir idam mahkûmunun son gecesinde
Sabahı bekleyişi
Bekleyişimiz
Gülüşümüz
Dünyaya duruşumuz

Su vuruldu akacaktır
Bent tutulsa taşacaktır
Nadasa bırakılan düş
Bir gül gibi
Sabaha
Açacaktır.
Önce ilkel bir kılınç gibi kelimenin anlamını
Gökyüzünü ve toprağın yüzde yüz yalnızlığını
Yere düşer düşmez eriyen
Kar tanelerinin hıncını
Bir bir düşündük
Ve gördük ki
Dar gelen bir hiyisi gibi dökülüyordu
Ağaç kabukları
Yaşlı dalların ağır kamburları
Toprağa karılıyordu
Ve deniz
Tokmaklamakla dövülen bir bakırın
Gürültüler çarşısıydı
Neydi hayat?
Sımsıcak bir bedende kayıp giden hangi ipekti?
Yani
Ölürken yok olan şey.

Dönüyorken dünya
Ve kokuyorken toprak
Kısır bir kadının mağrur yüzünün
Kopyasıyken kayalar
Birden bire duru verdi hayat

‘Yarabbi, yarabbi bari kar yağıyor olsa’

Birden
Salih geldi
Kar yağdı
Helal lokma, haram lokma ayrıldı
İnsanlar hayatı kavradı

Sonra yine kar yağdı

Bunu ben söylüyorum
Ey semud!
Her yükselen bina göğün ilminde intihardı
Kara bir balçık caddeleri, sokakları sardı
Evleri kuşattı
Oysaki ömrümüz ey Semud

Biçildiği kadardı
Sonra yine kar yağdı
Sonra
Bir Semud vardı
...
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu